Skip to content

Kutuplaştırma Onun “Amour”unda Var

Bu yılın en iyi eleştiriler alan filmi "Amour" nihayet Türkiye'de de gösterimde. Ama burada çoğunlukla aynı görüşte olmayan birisi var.

Tartışmayı hiç sevmediğim bir insan tipi vardır. Kendince tek ve değişmez olan gerçeği karşısındakine kabul ettirmek için ortaya kendince doneler sunar. Sosyal medyada da bolca görürsünüz bu tiplerden. “Bu böyledir, şu da şöyledir, o da öyle olduğuna göre durum budur (ve herkes bunu kabul etmek zorundadır)” dercesine sıralar fikirleri. Hayata ve olaylara bakışın matematikten ibaret olmadığını anlamadıkları için karşıdaki ikna olmadığında sinirlenirler.

Michael Haneke’yi uzun uzun anlatmaya gerek yok. Günümüzün en büyük yönetmenlerinden birisi. Filmlerini genelde kalitesine göre “iyi, çok iyi, başyapıt” diye sıralayabileceğiniz gibi “şaşırtıcı, şoke edici, sarsıcı” diye de sıralayabilirsiniz. Herhangi bir filmini izleyip bitirdiğinizde sadece üzülmek, duygulanmak, öfkelenmenin ötesinde, üzerinizde fiziksel bir etki de yaratması olağandır, karnınız ağrır, mideniz bulanır, ayağınız tutmaz. Ama Haneke’nin bunu becerirken kullandığı metod da soğukkanlıdır: Filmiyle beraber duygulara kapılmaz. Sizi getirip bir noktaya bırakmak, bazı soruları sordurmak, bazı düşünceleri kışkırtmaktır amacı; ama bunu bir bilimadamı soğukkanlılığıyla yapar.

Spoiler yapmadan özetlemek gerekirse, “Amour” sinemanın her zaman eğilmediği bir konuya eğiliyor. Yaşlılığa. Ama buna “realist” bir bakış atıyor, yaşlılığın “tonton ninelik” kısmına değil, yüzleşilmek, hatırlanmak istenmeyen kısmına. Bu kadarı yeterli.

Bugüne kadar çıkar çıkmaz nefret ettiğim ama daha sonra etkilendiğimi fark ettiğim filmleri oldu Haneke’nin, “Piyanist” veya “Benny’nin Videosu” gibi. “Funny Games” gibi anında sarsan veya “Caché” gibi başyapıt saydığım filmleri de. Beğenmediğim tek bir filmi bile olmadı, külliyatı bu kadar az kusur içeren başka bir yönetmen olmayabilir. Ancak “Amour” bu filmografi içinde orta sıralara koyacağım bir film olmasına karşın bu yıl Cannes’dan başlayan ve muhtemelen Oscar’a kadar giden bir zafer koşusu içerisinde. İzleyicileri bölmeyi her zaman seven bir yönetmen için şaşırtıcı derecede oybirliğiyle başyapıt ilan edilen bir filmden bahsediyoruz.

amour

Elbette bir filmi sevmemek anayasal bir hak. “Amour” da benim Haneke ortalamasının altında bulduğum, izlemeden önce Atlas Sineması koltuğuna “Kesin bir başyapıt geliyor” diye huşu içerisinde oturduğum andaki beklentilerimin altında kalan bir film olduğu için geçebilirdim. Bayılmasam da iyi bulduğum, müthiş oynanmış, elbette iyi çekilmiş bir film olduğu için ona karşı konumlanmayabilirdim. Ama karşıdaki film bahsettiğim ölçüde devasa övgülere mazhar olunca bu filmin bende neden “olmadığını,” veya ezici çoğunlukta neden “olduğunu” düşünmek zorunda hissettim. Neden bilmiyorum.

Kilit bir noktanın Haneke’nin stiliyle öykü arasındaki uyuşmazlık olduğunu düşünüyorum. “Amour” pek çoğumuzun ya kendi başına gelecek ya da ailesinde karşılaşılacak bir öyküyü anlatıyor. “Dokunaklı” denir ya, gerçekten “dokunaklı” bir öykü bu. Ancak Haneke’nin her filmine yakışan soğukkanlılık, burada beni itti. Üstadın “Bu film boyunca böyle hissetmelisiniz ve sonuna geldiğinde de ulaşacağınız duygu tam da bu” yaklaşımı bu filmin aradığı yaklaşım değil kanımca. Zira ortadaki öyküde zaten Haneke’nin yol göstericiliği olmadan da ulaşılabilecek bir nokta var, nasıl hissetmem gerektiği için parmakla yönlendirilmeye ihtiyacım yok. Haneke bu filmi kasten duygusuz çektiğini, yoksa bunun “duygusal bir çorbaya” dönüşeceğini söylüyor, ama elindeki materyal bu kadar laborant stiliyle yönetilince doğru ilerlemiyor.

İkinci nokta ise sanırım daha önemli. T.S. Eliot’ın dediği gibi “İnsanoğlu fazla gerçekliğe tahammül edemez.” Bu filmin kitlelere bu yüzden bu kadar çarpıcı geldiğini düşünüyorum. Gençlik ve sağlıkla obsesif bir ilişki kuran, aile ilişkileri çokça sarsılmış, “ölüm bizi ayırana dek” cümlesinin sadece havalı bir ifade olduğu modern toplumlarda Haneke yüzleşmesi zor bir konu sunuyor. Ancak ölümün, yaşlılığın, acı çekmenin hayatın doğal bir parçası olarak görüldüğü bir çevreden gelip de “Amour”da neyin bu kadar şoke edici olduğunu anlamam güç. Henüz 10’lu yaşlarımın başında babaannemin yavaş yavaş (yaklaşık iki yıl boyunca) ölmesini izlemiş, ölümünde de tüm aileden “Kurtuldu” teskinini duymuş bir çocuk olarak,  bu öyküde benim için şaşırtıcı bir şey yok. Georges’un (Jean-Louis Trintignant) Eva’yı (Isabelle Huppert) Anne’dan (Emmanuelle Riva) uzak tutmaya çalışması, onu böyle görmesini istememesi kilit unsurlardan birisi. Zira Eva da herkesin hayatına bir şekilde elbet hükmedecek bu gerçekle yüzleşmekten kaçınan bir insan. Çoğunluk, Eva olabilir. Sırf bu yıl içerisinde iki aile büyüğümü benzer süreçlerin sonunda kaybettiğimi ve onların birinci derece yakınlarının buna nasıl yaklaştıklarını gördüğüm için konuşabiliyorum ki, benim yetiştiğim çevre o değil.

Haneke’nin “Amour” için çıkış noktası, ailesinden çok sevdiği birinin yaşlılıkta çektiği acıyı ve elden bir şey gelmemesini izlemek olmuş.1 Oyuncuların muhteşem performanslarını da “Onlar için oyunculuktan fazlasıydı. Bu, onları yakın gelecekte enterese edecek bir durum” diyerek açıklıyor.2 Bunlar Haneke’nin film yönetmeni personasından beklediğimizden çok daha doğal ve insani açıklamalar. Ancak kendisinin gayet farkında olduğu realite, izleyicilerin pek çoğunun kaçmayı tercih ettiği bir durum olduğu için bu filmi yönetmek, insanları yüzleştirmek cesur bir hamle olarak görünüyor. Ama eğer bu realitenin içinde bulunduysanız, o “yüzleşme”yi yaptıysanız “Amour”da sıradışı olan bir şey bulmak zorlaşıyor.

Şüphesiz bir olayın yakınınızda gerçekleşmesi, “başınıza” gelmesiyle aynı şey değil, bunun farkındayım. Ama “Amour” gerçeğinden sonra en kuvvetli ikinci şey de değil.

  1. http://movies.yahoo.com/news/director-michael-haneke-amour-death-puzzle-open-window-224111865.html []
  2. http://www.guardian.co.uk/film/2012/nov/04/michael-haneke-amour-director-interview []