Skip to content

İki Cani Flin’in Hikayesi

Johnny Flynn’in adını ilk kez duyduğumda 2008 yazı geride kalmak üzereydi. Ancak hiç de yabancı gelmiyordu.

Johnny Flynn’in adını ilk kez duyduğumda 2008 yazı geride kalmak üzereydi. Ancak hiç de yabancı gelmiyordu. Kolej basketboluna olan malum ilgimden kaynaklanan malum bağlantı… Niagara Şelalesi’nin Birleşik Devletler yakasındaki sokaklarda yaptıklarıyla, ismi birkaç sene öncesinde kulağıma çalınan bir adet de Jonny Flynn tanıyordum. Syracuse formasıyla henüz ilk maçında attığı 28 sayıyla Carmelo Anthony’nin açılış rekorunu egale ettikten sonra, o günün dolduruşuyla yürümüş gitmiş ve güçlü bir çaylak sezonu geçirmişti. Aslında sezon öncesinde herkesin gözü bir diğer freshman Donte Greene’in üzerindeydi. Fakat maç başına 36 dakika ortalamayla kapattığı sezona sığdırdığı 16 sayı ve 5.5 asist istatistikleriyle, sınıfındaki oyun kurucular arasındaki yeri de yeniden sorgulanır olmuştu. Flynn beş yıldızlı bir oyun kurucuydu ama bu işin anayasa kitabı hükmündeki rivals.com’a göre Derrick Rose, O.J. Mayo ve Nick Calathes’in arkasından geliyordu.1 Cazgır Syracuse camiasına göre Calathes’in üzerinde olduğunu şimdiden kanıtlamıştı bile. Jonny’nin esaslı bir fenomene dönüşmeye başladığı günlerdi. Öyle ki Google’ın arama bölümüne Johnny Flynn yazdığınız zaman, hemen altında beliren “Jonny Flynn mi demek istediniz” sorusu oluyordu sizi karşılayan.

Johnny’nin varlığını keşfettiğim gün, muhtemelen NME ya da Pitchfork’ta ilk albümü “A Larum” hakkında yazılmış bir şeylere denk gelmiştim. Albümden dinlediğim ilk şarkı yanılmıyorsam Tickle Me Pink’ti. Bu sesin 25 yaşında birine ait olması dışında, çok fazla etkileyen bir yanı olmamıştı ilk dinlemede. Yine o sıralarda The Tallest Man on Earth’ü keşfetmiştim. İsveç’te geçirdiği çocukluğunda ilk Bob Dylan plağını 15 yaşında eline geçirmiş ve sesini duyduğunuz anda ondan izler taşıdığını söyleyebileceğiniz bir elemandı. Hala da öyle. Önümdeki NME -ya da Pitchfork- sayfasını kapatıp, yola dünya üzerindeki en uzun adamla devam etmeye karar verdim.

Jonny hakkındaki şüphelerimi, ikinci sezonunda gerçek bir oyun kurucuya dönüşüp dönüşemeyeceğini düşünmeye başladım. O günlerde Calathes’in ağır hastasıydım ve Syracuse kampüsündeki havanın aksine Nick the Greek’in daha iyi oyuncu olacağından neredeyse emindim.2 Jim Boeheim’ın sistemi çabuk guardlar için eşi bulunmayacak bir lütuftu. Pozisyonu için kısa ve vasatın üstünde seyreden lateral hızı dışında savunmadaki temel yetilerden pek nasibini almamış Jonny adına, Boeheim’ın imzası olan 2-3 eşleşmeli alan savunması da birçok gediğin üzerini kapatan bir makyaj gibi iş görüyordu. Oyuncuları kovalamaktan yana çok fazla sorunu yoktu, genelde sahada istekli gözüküyordu ve bunun bir sonraki seviyede idare etmesine yeteceği düşünülüyordu. Boeheim’ın savunma paternleri sayesinde, yukarıda adı geçen Rose ve Mayo gibileriyle bire birde baş başa kalmaktan yırtıyordu. Hücumda ise yanlış tercihleri şimdiden göze batmaya başlamıştı. Fakat kimileri henüz çaylak olduğunu hatırlatıyordu ısrarla, kimileriyse pür bir oyun kurucu olmamasına rağmen 5.5 asist yapabilmesini manşetlere taşıyordu. Fakat bu tip oyuncular söz konusu olduğunda, görünen köy kılavuz istemez. Kendini bir NBA yıldızı olarak edimselleştirmesi hayli zor gözüken ve kaderinde sonsuza kadar bir kolej yıldızı olarak anılmak yazan bir kolej guardı prototipini görüyordum onda. Bu seviyede güçlü ilk adımıyla 35 saniye içinde isterse, Hasan Şaş gibi dönüp dönüp, beş kez geçebileceği savunmacılar bulabiliyordu. Şutunu belli seviyelerde tutabildiği takdirde, bu ortamda her gün 15-20 sayı marjında gezinebilirdi. Ancak NBA’de rekabet düzeyi artıp buradan ekmek yemesi güçleştikçe, cebinden başka neler çıkarabilecekti? Bu soru karşısındaki duralama süresinin arkasında, geride bıraktığımız Final-Four’un en cevval çocuklarından biri gibi gözüken Tyshawn “Ill-Advised” Taylor’ın neden ilk turdan seçilmeyeceğinin ve Fisher’ın bugünlerde neden Antalya Büyükşehir Belediyesi’ni kümede tutmakla uğraştığının cevapları da yatıyor.

Kısacası, olayı gördüğüm perspektiften Jonny sadece doğru zamanda, doğru yerde olan bir veletti. İyi senaryoda, kendisinden bu ligde veteran olmasını sağlayabilecek bir malzeme çıkarabilirdi. Ama üzerinden dönen muhabbetler yüzünden, gittiği her yerde ‘beklentilerin altında ezilmiş adam’ laneti de onunla birlikte olacaktı.

O günlerde Johnny hakkında bir röportaja denk gelmiştim. Times onu okuyucularına “Nu-Folk’un Poster Çocuğu” olarak tanıtmıştı ve okuduktan sonra paralel şeyler düşündüm: Doğru zamanda, doğru yerde.

Kaybedenler Kulübü edebiyatının da körüklediği tavırlardan biri sanırım, mütemadiyen doğru zamanda, doğru yerde gözüken adamları tespit edip durmak. Talihin bu sillesi karşısında iç çeker gibi görünüp, esasen tutunamamışlığını besleme amacı gütmek. Alain Bashung’un kelimeleriyle “başarısızlığını ısıtıp ısıtıp yiyen” ve “tutunamadığı için kendini tebrik eden” birtakım adamlar. 2008’de böyle biri miydim, yoksa şimdi bu tanıma daha çok mu uyuyorum, emin değilim. Zaten yazı da sadece adı “Cani Flin” şeklinde okunanlarla ilgili ve bu yüzden benim hayatım bağlam dışı.

2010 yazında Johnny yeni bir albüm çıkardı. Ben tesadüfen yine o sıralar sarmakta olduğum bir başka müzisyen Anna Calvi’nin yanında tıngırdatırken rastladığımda hatırlamıştım kendisinin varlığını. Jezebel çalıyorlardı, Fransa’nın Bashung’dan bile fazla sevdiği Kaldırım Serçesi’nin şarkısını.

Bir kez daha Johnny’nin müziğiyle ilgilenmeye başlamıştım ve Google’a yine adını yazdım. Bu defa hiç uzatmadan, doğrudan onunla ilgili sonuçlar önerdi ‘sektöründe lider’ arama motoru. Bir başka röportajına denk geldim. Açtım, okudum. Times röportajını ve başta başlık olmak üzere o röportaja dair her şeyi acayip bayık bulduğundan dem vuruyordu. Tüm müzik yazarlarının, blog yazan gençlerin bile o poster muhabbetini alıntılamasına ifrit olmuştu. O sıralar başlığındaki ifadeye katılmıyor diye bir Times röportajını reddetme lüksü yok gibi görünmüştü ama sonunda yine de iflas etmişti.

Bu esnada, yeni albümden Lost and Found ciddi anlamda sarmıştı. İlk albümü yeniden döndürmeye başladım. Elemanın hiç yoksa çok iyi bir hikayeci olduğuna ikna olmam uzun sürmedi. Ben de ona kendi hikayesini anlatma fırsatını bir kez daha vermek istedim, birkaç Google araması daha yapıp yeni röportajlar bulmaya çalıştım. Çocukluğunda ilk Dylan plağını 11 yaşında edinmişti, The Tallest Man on Earth adamından iki sene önce. Ama bunu bir rekabete dönüştürmeye de gerek yoktu. Zira “A Larum”da gözümden kaçmasına hala inanamadığım o şarkıya toslamıştım bile: Wayne Rooney!

“Sadece şarkıyı duymasını istedim, kendinizle bir iddiaya tutuşmuşsunuz gibi garip bir his gelir ya bazen. Ben de bundan bir şekilde haberdar olup olmayacağını merak ettim. Olayın aslı ise, şarkı sözlerini yazdığım gazete sayfasının arkasında Rooney’nin büyük bir fotoğrafı vardı. O sıralarda önemli bir turnuva vardı ve ben de yazdığım dizelerin, bütün ulusun bir anda ümitlerini bağladığı genç bir adam hakkında neler hissettiğimle bire bir örtüştüğünü fark ettim. O kadar büyük beklentiler söz konusuydu ki eninde sonunda bu görevde başarısız olması neredeyse kaçınılmazdı. Şarkıda birkaç ayarlama daha yaptım ve sonra albüme de o isimle girdi. Rooney’den hiç ses çıkmadı tabii, galiba sıkı bir Stereophonics hayranıymış.”

Şarkının vitamini burada sanırım, Johnny’nin hislerini en yoğun haliyle açık eden kısmı en azından: “Barmen, George Best’e benziyor / Çoğu da benzer / George’un nasıl yoldan çıktığını düşün / Ve sonra herkesin onu yanlış anladıklarını nasıl da fark ettiğini.” İflah olmaz Rooney hayranlığım objektifliğimi gölgelemiyor yine de…3 Dedesinin Hong Kong’daki mezarını ziyaretinden esin alan Hong Kong Cemetery veya gazetede okuduğu bir kaza haberinin etkisiyle yazdığı Shore to Shore, o bahsettiğim yetkin hikaye anlatıcısı statüsüne yükselirken daha önemli rollerde zira. İkincisine konu olan kaza, Blessing adında genç bir kızın ölümüyle sonlanıyor. Londra’nın güneyinde bir dönem Johnny’nin de kullandığı 12 numaralı otobüsün çarptığı kızın babası da aynı hatta şoför ve kaza sırasında sadece birkaç durak geriden seyretmekte. Bu haberi okumanın onun için ne kadar şok edici olduğundan bahsediyor bir röportajında. Bu türden bir trajediyi kafamızda oturtmamızı bekledikleri yer neresi? Peki ya dünyanın işleyişi içerisindeki yeri neresi?

İlk albümden diğer bir şarkı The Box’ın ilham kaynağı, Henry David Thoreau’nun başyapıtı “Walden” içerisinde geçen bir cümle. Fakat genellikle müzikallerde rol alan babası başta, tüm aile büyükleri sahne tozu yutmuş olan Johnny’nin daha yoğun bir etkileşim içinde bulunduğu metinler biraz farklı. Kuliste geçen çocukluğunda tiyatroya aşık olmaktan geri duramayan Johnny son bıraktığımızda, içine düştüğü kötü ekonomik durumdan kurtulmak için yine küçük rollere bel bağlamış durumdaydı. Ne olursa olsun, daha önce Kevin Spacey ile yan yana oynamış bir oyuncu. New York’a ilk seyahatinin sebebi konser vermek değil, “Onikinci Gece”yi sahnelemek olmuş. İlk albümünün adı, Shakespeare tiyatrosundan bir sahne talimatı anlamına geliyor. A Larum, alarm sözcüğünün orta çağ dilindeki karşılığı ve oyun sırasında sahne dışında devam etmekte olan bir gürültüye işaret ediyor. “Sahne dışındaki gürültünün bu albüm olduğu düşüncesi hoşuma gitti” derken, müziğin hala tiyatroyu, hayatının merkezindeki o yer için tehdit edemediğini de ağzından kaçırıyor belki Johnny.

Çocukluğundan bu yana Dylan’a hayranlık duyan, daha 16 yaşında ayak bastığı New York’ta kendisini bir şekilde anti-folk akımına yön veren Sidewalk Cafe sahnesinde4 bulan Johnny başka türlü bir müzik yapamazdı kuşkusuz. Tesadüfi bir biçimde müzik eksenine kaydığında, aynı topraklar üzerinde Mumford & Sons ve Laura Marling gibi yoldaşlar bulabilmesi, bir ölçüde bugün onu tanımamıza yardımcı olmuştur mutlaka. En az Boeheim’ın sisteminin Jonny’nin Syracuse kariyerine yardımcı olduğu kadar…

“Dışarıdan baktığınızda geceleri birlikte içen üniversiteliler gibi gözüktüğümüzün farkındayım, ama müzikal etkileşim de en başından bu arkadaşlığın temelini oluşturuyordu. Evet bilinçli bir müzik hareketinden bahsetmek pek mümkün değil. Ancak bir arkadaşım bana yaratıcı gelen bir şey yaptığında, ben de buna kendimi kaptırıyorum. Tüm bu insanların aynı anda, aynı yerde buluşması bence de tamamen tesadüfi bir olaydı. Fakat bu gerçekleştiğine göre, illaki birbirimizi bulup tanışacaktık.”

David Kahn 2009 yazında 5. ve 6. sıralardan üst üste Ricky Rubio ve Jonny’yi seçtiğinde, bu iki insanın aynı anda aynı yerde buluşması çok ideal bir senaryo gibi gözükmüyordu. Jonny doğru yerde, doğru zamanda, doğru insanları bulmak için çaresizce çırpınmaya devam etti. Minnesota bir sene sonra bir başka Syracuse çıkışlı oyuncu olan Wes Johnson’ı seçtiğinde, basın bunu üst devresi Jonny’nin yoğun kulislerine bağladı. Fakat The Orange Experiment, Göller Yöresi’ne pek dinginlik getirmedi. Flynn yeniden yapılanan bir takımın umut beslenen bir parçası olarak, 2010-11 sezonunu 5.3 sayı ve 3.5 asistle noktalayınca soluğu önce Houston’da, sonra da Portland’da aldı. Büyük beklentilerin lanetini şiddetli biçimde tecrübe etti ve şimdilerde tünelin karanlığında kaybettiği yolunu yeniden bulmaya çalışıyor. Bir yandan da doğru zamanda, doğru yerde bulunmanın bir insanın kaderini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceğini ama nihai belirleyicinin başka şeyler olduğunu düşündürüyor.

Başlığın saygı duruşunda bulunduğu kült Kaan Kural yazısını arıyorsanız, buradan yakın.

  1. Sınıfın diğer beş yıldızlısı ise şu sıralar yolu Antalya’ya düşen Corey Fisher’dı. []
  2. Takip eden yazdan şu yazım da gösteriyor zaten: http://numaraiki.blogspot.com/2009/05/death-of-salesman.html []
  3. Daha yeni Premier League’in 20 Sezon Anketi için Alan Shearer ve Eric Cantona’ya verdim oylarımı. Bir oyum daha olsa, onu da diğer Fransız’a verirdim hatta. []
  4. Başından beri örnek aldığı Jeffrey Lewis’in de doğduğu sahne. []